The Old Guard (Eski Muhafız)

Çizgiroman uyarlamaları her ne kadar kendi hayran kitlesini yaratmış olsa da sinemanın özüne zarar verdiği gerçeksiyle ciddi eleştiriler almaya devam ediyor uzun süredir. Bu eleştirilerin asıl muhatabı olan ve her geçen gün sinema endüstrisinde daha fazla söz sahibi olmaya başlayan Marvel’ın filmlerini bir kenara koyarsak, Watchmen ya da Günah Şehri – Sin City gibi kalburüstü çizgiroman – ya da bu yapımların kaynak aldığı eserleri düşünürsek grafik roman tanımlaması daha doğru olacaktır – uyarlamalarına rastlamak da mümkün aslında. Netflix‘in son dönemdeki en iddialı orijinal filmlerinden olan The Old Guard da bir çizgiroman uyarlaması ve içeriğine baktığımız zaman Marvel’ın aksiyonu ile sözünü ettiğimiz türden grafik romanların metinsel derinliğini bir araya getirmeye çalıştığı pekâlâ söylenebilir. Tam da bu sebeple, Netflix’in komplike bir çizgiroman filmine imza atıp atamayacağı noktasından itibaren The Old Guard, merak uyandıran bir yapım.

Yönetmen koltuğunda Gina Prince-Bythewood’un oturduğu The Old Guard’ın kadrosu, Charlize Theron, Matthias Schoenaerts ve Chiwetel Ejiofor gibi yüksek profilli oyuncuların yanında, son olarak Martin Eden’daki performansı ile Venedik Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazanan Luca Marinelli gibi isimleri bir araya getiren, çok yönlü bir yapıya sahip. Filmin olay örgüsü ise Greg Rucka ve Leandro Fernandez’in birlikte yarattıkları ve bir tür ölümsüzlüğe sahip dört paralı askerin yaşadıklarına odaklanan aynı isimli çizgiroman serisinin Opening Fire başlığı altında toplanmış ilk beş bölümlük kısmını takip ediyor.

The Old Guard: Tarihin İçinde Kaybolmak

Filmin uyarlandığı çizgiromanın birinci sayısının hemen açılışında şöyle bir cümle yer alıyor: “Bu zaman, çağ ve çağlar hakkında; ve aşk ve pişmanlık hakkında bir hikâye.” Anlatısında zaman – çağlarca süren, devasa bir zaman aralığından söz ediyoruz burada – olgusuna genişçe bir alan açacağını belli eden ifadenin ardından, hikâyenin merkezindeki Andy’nin bu geçen süre zarfında katıldığı savaşlar ve yaşadığı ilişkilerden anlar sunan kareler eşliğinde tüm tecrübe ettiklerinden ne denli yorulduğunu, bir “ölümsüz” olarak artık yavaş yavaş ölümünü arzular hâle geldiği okuyucuya ileten cümleler görürüz. Bu cümlelerin hemen hemen aynıları, The Old Guard’ın uyarlamasında da aynı karakterin dış sesiyle seyirciye ulaşıyor. Fakat bu sefer, Andy ve ekip arkadaşlarını bir çatışma sonucunda yerde yatarken, yani sınırlı bir zaman aralığında görüyoruz bu esnada. The Old Guard filminin de görece sorunlu ya da yüzeysel anlatı yapısının emareleri bu açılış sekansı ile kendini göstermeye başlıyor.

Charlize Theron

Yukarıda alıntıladığımız cümleden itibaren asıl meselesini zamanın – hatta zaman olgusunun kendisinin – bireyler üzerinde yarattığı tahribat üzerinden kuran, bu kaynaktan da son derece güçlü karakterler yaratmayı başaran bir çizgiromanın film versiyonunda bu kompleks yapı büyük ölçüde terk ediliyor. Onun yerine geçmişi, benzerlerine birçok yapımda rastlayabileceğimiz flashback‘lerle anlatmayı tercih eden, karakterlerin ruh hâllerini sadece diyaloglar üzerinden seyirciye geçirmeye gayret eden, dolayısıyla da geçen zamanın ağırlığını karakterin üzerinde hissettirmekte zorlanan bir yöntem benimsiyor Gina Prince-Bythewood. Böylesi bir tercihin de seyirciyi zorlayacak bir yapı kurmak yerine, kendi şimdiki zamanına sıkışan bir anlatı biçiminin Marvelvari çizgiroman uyarlamalarına aşina olan geniş kitle için benimsendiğini anlamak pek de zor olmuyor film süresinde. Kaynak aldığı metnin özündeki meselenin yoğunluğunu seyrelten, onu daha “kolay” anlaşılır bir hâle getiren benzer bir tutumun, hikâyenin merkezindeki “ölümsüzlerin”, bu özelliğinin nasıl işlediğini açıklamak için de sergilenmesi, filmin ilk yarısının olan bitenin ekibe yeni katılan karaktere açıklanırken seyirciye de uzun uzun anlatılması türünden bir sonuç doğuruyor.

Hikâyenin merkezindeki ölümsüzler ekibi, kendilerine neden “bahşedildiğini” bilmedikleri bu özelliğin sonucu olarak Haçlı Seferleri’nden Küba Devrimi’ne kadar tarihin birçok dönüm noktasında etkin rol oynamış kişilerden oluşuyor. En ölümcül yaralardan dahi X-Men’deki Wolverine karakterini hatırlatır şekilde kurtulan bu kişilerin yaşadıkları, tecrübe ettikleri devasa zaman dilimi içinde yitirdikleri sebebiyle neredeyse katlanılmaz bir acıya dönüşüyor. İşte bu durumun ekibin yeni üyesi konumundaki Nile’a aktarılması konusunda yaratıcı bir sinemasal çözüm bulunamaması, benzer olguları tekrar tekrar açıklayan sahnelerin peşi sıra gelmesi, The Old Guard’ı özellikle ilk bir saatinde oldukça hantallaştırıyor. Tam bu noktada şunu belirtmekte fayda var ki; The Old Guard çizgiromanı, en azından filmin kaynak aldığı ilk beş bölümü itibarıyla aksiyondan ziyade karakterlerine ve onların başa çıkmak zorunda kaldıklarına alan açan bir eser. Bu bağlamda filmin ikinci yarısında yükselen temponun da çok büyük sürprizlere gebe olmadığını söyleyebiliriz. Zira, karakterin sahip oldukları ölümsüzlük gücünü ilaç sektöründe kullanarak “köşeyi dönmek” isteyen, aç gözlü bir CEO olarak resmedilen villian‘la baş etmek zorunda kalan bir süper kahramalar ekibinin atıldığı, çeşitli entrikalarla yönü birkaç kez değişen bir maceranın çok da yeni bir şey olmadığı aşikâr. Fakat, anlatının temelinin çizgiromandaki kadar güçlü kurulamadığı filmin asıl ilgi çekici kısmı da bu çok da yenilikçi olmayan, yer yer casus hikâyelerini andıran ikinci yarısı oluyor ister istemez. Bu kısım seyir zevki bakımından daha fazlasını vadediyor vadetmesine ama bu durum The Old Guard’ı sıradan bir aksiyon filmi sularına çekiyor.

Tüm bu dezavantajlarına rağmen The Old Guard, özellikle çizgiromanı okumayan seyirciler için ilgi çekici bir orijin öyküsü olarak keyifli birkaç saat geçirtebilecek bir yapım. Teknik anlamda Netflix’in yakın zamanda seyirciyle buluşan bir başka aksiyon filmi olan Extraction kadar zorlu denemeler içermese de The Old Guard, belirli bir seviyenin üzerinde çekilmiş, modern ateşli silahlarla kılıç gibi eski usul yakın dövüş silahlarının bir arada kullanıldığı çatışma sahneleriyle sinema salonlarından uzaklaştığımız, perdeden sızan heyecan duygusuna hasret kalınan bu günlerde, anlatısal sorunların bir kenara bırakılabilmesi durumunda keyif alınabilecek bir yapım. Ama hikâyesinin vadettiği ve uyarlandığı eserin derinliğe ulaşamıyor oluşu, The Old Guard özelinde Netflix’in bir kez daha seyirciyi zorlamak yerine, “tüketilecek” bir yapıma imza atması noktasında soru işaretlerini de beraberinde getiriyor. Son olarak finalinden yola çıkarak Netflix’in The Old Guard serisini devam ettirmek konusunda ciddi anlamda niyeti olduğunu, dolayısıyla aksiyon türünde iddialı yapımları hayata geçirmeye devam edeceğini de belirtelim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu